25 Haziran 2017 Pazar

ELDE KALANLAR





PAUL WITTGENSTEIN


   1. Dünya Savaşı'nda sağ dirseği bir düşman kurşunuyla paramparça olan Avusturyalı  piyanist Paul Wittgenstein, ameliyat masasında uyandığında kolunun kesildiğini öğrendiği sahra hastanesi düşman eline geçmişti. Hastalar ve sağlık personeli Sibirya'ya sürüldü. Ağabeyi Paul'ün durumundan  bir kaç ay sonra haberdar  olan Ludwig, günlüğüne şunları yazdı: "Korkunç. Kariyerini birden bire kaybeden Paul'ü düşünüyorum. Bu durumun üstesinden gelemeyip intihar edeceğinden korkuyorum." Esir kampında intiharı düşünmüş olsa bile, Paul'ün başka fikirleri vardı. Hayatını bir konser piyanisti olarak sürdürmek arzusundan asla vazgeçmedi. Tek elle yıkamak, soymak ve yemek gibi günlük basit ihtiyaçlarını yerine getirmenin yanı sıra, ahşap bir sandığa kömürle çizdiği klavye ile sol tuş tekniğini hassaslaştırmak için günde yedi saat çalışıyordu. Diğer hastalar kolunu kaybetmesinin yanında aklını da kaçırdığını düşünmüş olmalılar. (www.limelightmagazine.com)









ITZHAK PERLMAN


  Jack Riemer'in eski bir yazısı...Keman sanatçısı Itzhak Perlman'ın 1995'te New York'ta verdiği konseri anlatıyor yazar: Çocukluk yıllarında çocuk felcine yakalanmış olan Perlman'ın her iki bacağında da destekleyici ateller vardır ve ancak kol değneği yardımıyla yürüyebilmektedir. Onu sahne üzerinde her defasında sadece bir adım atabilmek suretiyle acı içinde ve yavaş yavaş yürürken görmek unutulmayacak bir görüntüdür. Ağrılar içinde ama ihtişamla yürümektedir, sandalyesine erişinceye kadar. Sonra oturur, yavaşça koltuk değneklerini yere koyar, bacaklarındaki atellerin klipslerini açar, bir ayağını geriye iter, ötekini öne uzatır. Daha sonra yere eğilerek kemanını alır, çenesinin altına koyar, orkestra şefine başıyla işaret verir ve çalmaya başlar. Dinleyiciler bu ritüele alışmışlardır...
   Ancak o konserde bir şeyler ters gitti. Daha ilk birkaç satırı çalmıştı ki kemanın tellerinden bir tanesi koptu. Telin kopma sesini duyabilmek mümkündü, salonun bir ucuna tabancadan fırlayan kurşun gibi gitmişti ses...O gece oradakiler kendi kendilerine şöyle düşündüler:
   "Anlamıştık ki, yeniden ayağa kalkması, atelleri yeniden takması, koltuk değneklerini alması, yavaş yavaş sahne arkasına gitmesi veya yeni bir keman bulması ya da yeni bir tel takması gerekecekti."
   Ama o öyle yapmadı. Bunun yerine bir dakika kadar bekledi, gözlerini kapadı ve sonra şefe yeniden başlaması için işaret verdi. Orkestra başladı ve o kaldığı yerden devam etti. Ve daha evvel hiç görülmemiş bir tutku, güç ve saflıkla çaldı. Elbette herkes bilmektedir ki senfonik bir eseri sadece üç telle çalmak imkansızdır. Bunu ben de bilirim, sen de bilirsin, herkes bilir.
   Ama o gece Itzhak Perlman bilmeyi reddetmişti. Onu, parçayı kafasında tasarlarken, değiştirirken ve yeniden bestelerken görebilirdiniz. Bir noktada, telleri neredeyse yeniden tonlamışçasına sesler çıkartmaktaydı kemandan, daha önce hiç vermedikleri sesleri vermelerini sağlamak için...
   Bitirdiğinde salonu olağanüstü bir sessizlik kapladı. Ve sonra dinleyiciler ayağa kalktı, oditoryumun her yanından inanılmaz bir alkış patladı. Perlman, gülümsedi, yüzünden akan terleri sildi, yayını kaldırarak bizi susturdu ve böbürlenen değil güçlü ve dingin bir tonla "Bilirsiniz, bazen de sanatçının görevidir, elinde kalanlarla ne kadar daha müzik yapabileceğini bulmak" dedi. (Cumhuriyet Gazetesi)









Merhaba! 

18 Haziran 2017 Pazar

BİR ÇİFT GÜVERCİN






   Ethel ve Julius Rosenberg'dir 'iki güzel insan'ın adı. Onları, şair Slyvia Plath'ın günlüğünde de sözü edilen gazete manşetlerine taşıyan dava, Sovyetler Birliği'nin 1949 yılının Eylül ayında, ilk atom bombası denemesini yeraltında yapmasıyla başlar. Bu deneme, Amerika'nın Hiroşima ve Nagazaki'ye attığı atom bombalarıyla ölenlerin kemiklerini mezarlarında belki azıcık kımıldatmış olsa da, hiç bir insanın canını almaz!
   Ama Sovyetler Birliği'nin bu denemesi, Amerika'yı fazlasıyla rahatsız eder. Soğuk savaşın en sert  rüzgârlarının estiği dönem başlamıştır artık! Amerika'da Senatör McCarthy , büyük bir 'casus' avı başlatır; Sovyetler Birliği'ne atom bilgilerini satanlar mutlaka bulunacak ve cezalandırılacaktır!
   Rosenberg çifti seçilir kurban olarak. 8 Mart 1951'de başlayan mahkemede tanıkların dinlenmesi on dört gün sürer ve ardından jüri, Rosenbergleri atom bombası bilgilerini Ruslara vermekten suçlu bulur. (SUNAY AKIN)




   İdam kararına bütün dünya tepki gösterince çaresiz kalan savcılar "yalan söyledik" diye ifade verin idamınızı 30 yıl hapis cezasına indirelim diye teklif götürmüş fakat kabul görmemiştir. Daha sonra yapılan 20 yıl teklifi de kabul edilmemiştir. Sanıklar yalan söylemediklerini ifade etmişlerdir. Son yapılan teklif ise, Bayan Rosenberg'in bütün suçu eşine yüklemesi karşılığında serbest bırakılması şeklindeydi. 




   Ethel Rosenberg o zaman tarihe geçen şu sözleri savcının yüzüne haykırdı: "Ey yollarını şaşırmış yiyiciler, ey satılmış insanlar, ey bu güzel dünyamızı kirleten iğrenç mahlukatlar! Yanıt mı istiyorsunuz? İşte size yanıtım: Sizin lanetlenmiş bağışlamanıza boyun eğip yaşamaktansa, suçlu bulduğunuz kocamla birlikte ölmeyi tercih ederim."



   
   Bu teklifler idam gününe kadar devam ettirildi. İdamlarının 18 Haziran tarihinde gerçekleştirileceğinin bildirilmesi üzerine çift, 18 Haziran'ın evlilik yıldönümleri olmasını gerekçe göstererek idamı 19 Haziran tarihine aldırdı. Çift elektrikli sandalyede idam edildi. 





Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışır vakur sade
Davranışınız geliyor aklıma
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.

  
MELİH CEVDET ANDAY











Merhaba!

11 Haziran 2017 Pazar

UMUT SANATTA



"Ufukları yine yoğun bir sis kaplamış olsa da, elbet sabah olacaktır."



TEVFİK FİKRET







   "Umutsuzluk insanoğlunun kendine karşı hazırlayabileceği suikastların en korkuncudur." 



JEAN PAUL SARTRE








 ...Umutsuzlar niteliksiz çoğunluktur. Zira umutsuzluk teslimiyeti ve köleliği kabul eder. Fark yaratamaz. Biyolojik hayata odaklıdır. Gelecek nesilleri düşünmez. Ulusal ya da kişisel onur önemli değildir. Edilgendir. Boyun eğmeyi gerektirir. Genelde zor durumlarda umudunu kaybetmeyenler her zaman azınlıkta olmuştur ama tarihi de onlar yazmıştır. (CEM GÜRDENİZ - Aydınlık Gazetesi)










   Hitler, Leningrad'ın düşeceği günü tam olarak söylemiş, "9 Ağustos" demişti.
   SSCB'yi teslim alacak bir Almanya'yı, bir daha hiçbir kuvvet tutamazdı.
   Bu nedenle soluğunu tutmuş izliyordu Sabahattin, Leningrad'dan gelecek haberleri.
   Beklediği haber 10 Ağustos'ta geldi. O gün Leningrad bir destan yazmıştı.
   Dimitri Şostakoviç'in yedi numaralı senfonisi şehrin meydanında seslendirilmişti.
   Eser, özel olarak bu kent için bestelenmişti ve ismi Leningrad Senfonisi'ydi.
   Dört bölümden oluşan senfoni yetmiş beş dakika sürüyordu.
  Birinci bölüm halkın mutlu yaşamını, kendilerine ve geleceklerine duydukları güveni, ikinci bölüm güzel ve mutlu olayların bir araya gelmesini, üçüncü bölüm yaşama sevinci ve doğaya hayranlığı anlatıyordu. Dördüncü bölüm ise neşeye vurgu yapıyordu.
   Sabahattin, bir yerde Şostakoviç'in eserini Leningrad'da yazmaya başladığını okumuştu.
  Savaş başladığında cepheye gitmek isteyen besteci, gözlerindeki bozukluk nedeniyle ateş hattına gönderilmemiş, itfaiyeci olmakla yetinmişti.
   Geceleri de, işte bu eser üzerine çalışmıştı.
   Leningrad kuşatılmaya başlandığında, Şostakoviç çalışmasının henüz ikinci bölümündeydi.
   Leningrad Radyosu bu haberi dinleyicilerle paylaşmıştı.
   Leningrad kısmen tahliye edilirken, besteci de kentten çıkartıldı. Samara'ya gönderildi.
  Gece gündüz çalışıyordu yetenekli adam. 27 Aralık'ta eserini tamamladı. 5 Mart'ta eseri Samara'da Bolşoy Tiyatro Orkestrası tarafından seslendirildi. 
   Sırada, bu muhteşem ve anlamlı eseri, Leningrad Senfoni Orkestrası'nın Leningrad'da seslendirmesi vardı.
   Savaş koşullarında, hazırlıklara girişildi.
  Almanlar nasıl tarih vererek kenti alacaklarını ilan ediyorlarsa, Ruslar da bu eseri kentin meydanında çalarak kenti asla terk etmeyeceklerini dünyaya göstermek istiyordu.
   Bir nevi, ölüm kalım meselesi halini almıştı Leningrad Senfonisi'nin seslendirilmesi.
   Nihayet büyük gün geldi.
   Eser seslendirilirken bomba sesleri engel olmasın diye, Kızıl Ordu önce Alman siperlerini bir buçuk saat süreyle dövdü.
 Sanatçılar havanın sıcak olmasına rağmen kalın giyinmiş, hatta bazıları eldiven bile giymişti. Çünkü, zayıflıktan üşüyorlardı.
   Sonuç şahaneydi.
 Bir kısım sanatçısını savaşa kurban vermiş, kalanları bitkin de olsa, Leningrad Senfoni Orkestrası, Leningrad Senfonisini başarıyla seslendirdi.
  Bu çok önemli çabanın haber ve hikâyesi, dünyanın her yerindeki Nazi karşıtları tarafından ağlayarak öğrenildi.
   İnsanlık despotluğu, müzikle yenmişti.

OSMAN BALCIGİL
(Yeşil Mürekkep)








   Sanat bütün teferruatıyla hayatı ihtiva etmeli, insanda yaşamak, insan gibi yaşamak, daha iyiye daha yükseğe, daha temize doğru koşarak yaşamak arzusunu, hatta ihtiyacını uyandırmalıdır. Hulasa sanat gaye değil, vasıtadır. Gaye hayattır.   


SABAHATTİN ALİ








   Sanatın içinde yalan yok, riya yok, ihanet yok! Ne var? Sevgi var, kültür var, aşk var, insanlık dersleri var. Şimdi bunlar olmadan siz toplumu nasıl ileriye götüreceksiniz ki?


CAN ATİLLA








Merhaba!

4 Haziran 2017 Pazar

EŞİTSİZLİK




DİEGO RİVERA
(Meksika'nın Tarihi)






      "Latin Amerika'nın Kesik Damarları - EDUARDO GALEANO."  Sömürgeciliğin ne kadar korkunç bir şey olduğunu da bu kitaptan öğrendim. Avrupalılar ucuz teneke tüketebilsin diye, madenlerde hayatını tüketen Bolivyalı işçilerin hikâyesi de buradaydı çünkü. Galeano, olayları ve insanları resmetme konusundaki becerisi sayesinde, beni elimden tutmuş Catavi mezarlıklarına götürmüştü mesela. Catavi mezarlıklarında, "kör adamlar bir peni karşılığında ölülerin ruhuna dua okuyorlardı" ve pek işsiz kalmıyorlardı çünkü "bembeyaz haçlardan oluşan bir mezar taşı ormanı onların arkasında uzanıp gidiyordu." Bolivya'ya dair hatırladıklarımdan biri, "bu madenci kamplarında doğan her iki çocuktan birinin doğar doğmaz hayata gözlerini yumduğu," geri kalanının da büyüyünce madenci olduğuydu. Hayatta kalmayı başaranların pek azı 35 yaşını görebiliyordu, çünkü o yaşa gelene kadar ciğerleri tamamen maden tozuyla doluyor ve nefes alamaz oluyorlardı.(MELTEM GÜRLE - BirGün Gazetesi)



EDUARDO GALEANO


...Gücü elinde bulunduran egemenler ötekileri yiyeceğe, barınmaya, yaşamaya aç bıraktığı gibi artık gerçekliğe de aç bir duruma getirdi. "Post - truth" (post - gerçek) kavramı ile önüne post gelen her şeyin bulanıklaştığı gibi gerçeklik içi boşaltılıp, egemen güçlerce yeniden inşa edilerek bambaşka bir kavram haline getirildi. Galeano henüz bu kavram neoliberallerin dilinde dolaşmazken değişmeyen "Batı" veya "Kuzey" kurnazlığını gözler önüne seriyordu: "Kapitalizm, piyasa ekonomisi artistik ismiyle ışıldıyor; emperyalizme küreselleşme diyorlar; emperyalizm kurbanlarına gelişmekte olan ülkeler diyorlar ki cücelere çocuk demek gibi bir şey bu...Şili diktatörlüğündeki toplama kamplarının birinin adı Haysiyet'ti ve Uruguay diktatörlüğünün en büyük cezaevinin adı Özgürlük'tü."



EDUARDO GALEANO


   Eşitsizlik ve onun yarattığı sömürü daha sonra sömürünün yarattığı eşitsizliğe dönüşürken bu paradoks yüzyıllardır insanlık tarihinin halklarının üzerinde tavaf ettiği bir çember haline geliyor. Galeano bu tavafı tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. "1960 yılında insanlığın en zengin yüzde yirmisi en yoksul yüzde yirminin otuz kat fazlasına sahipti. 1990 yılında fark yetmiş kattı. Ve o günden beri ara gitgide açılmaya devam ediyor. 2000 yılında fark doksan kat olacak" diyordu yazar ve tarihler 98 yılını gösteriyordu. Bugün 2017'den bildirdiğimizde farkın doksan katın daha da üzerinde olduğunu söyleyebiliyoruz ve adaletsizliğin hukuk halini aldığı bir dünyada eşitlik mücadelesi veriyoruz. (DAMLA YAZICI - Aydınlık Kitap)










Ay ve güneş herkesin lambasıdır,
hava herkesin havasıdır,
su herkesin suyudur,
ekmek neden herkesin ekmeği değildir?

ŞEYH BEDREDDİN








Merhaba!