26 Mart 2023 Pazar

GÜLMEK ve DÜŞÜNMEK

 



"Gülmek, eblehlik gayya kuyusuna düşmeden, kuyuya teğet geçmenin tek yolu.
Fakat işin pis bir yanı var, gülebilmek için düşünmek gerekiyor.
İşin o tarafı yorucu."

FERHAN ŞENSOY
(Falınızda Rönesans Var)


***


   Beylik deyimle "Tiyatronun cefasını çekmiş" değerli sanatçılarımızdan biridir Orhan Erçin. İstanbul Şehir Tiyatroları oyuncularından olan Orhan Erçin'in 40-50 yıl öncesine varan (1940'lar - k.n.) anılarından birkaçı... Yalnızca gülmek için değil, biraz da düşünmek için...
  Kar... Buz... Tipi... Kırk yıl öncesinin Anadolu yolları... Kimi zaman yan camlarına kontrplak, teneke kapatılmış burunlu otobüslerle... Kimi zaman (1950'ye dek) posta trenine devletin eklettiği "tiyatro vagonu"yla gidilen, sanat götürülen kentler, kasabalar...
  Salaş sahneler, dökülen salonlar... Bazen "mülkî amirlerden" iltifatlar... Bazen hor görülmeler, engellemeler... Parasızlıktan otelde rehin kalmalar... Ve de tiyatro aşkıyla dopdolu bir sanatçıdan kahkahalar... Evet "her şeye rağmen" gülerek anlatıyor Orhan Erçin:

   "Çörçil İngiltere Başbakanı oldu. Yeni kabine kuruldu... Gazetelerde de bütün kabine üyelerinin yan yana vesikalık fotoğrafları yayımlandı. Bir turnedeyiz yine. 
    Biz de tam o sabah bir kente indik. Öğleden sonra oyun oynayacağız. İzin almak için emniyet müdürlüğüne gittim. Evrakları verdim. Tam çıkarken ordan bir memur,
    - Oyuncuların birer fotoğrafını da getireceksin, yoksa izin veremeyiz, dedi.
  Yandık işte... Kimsede vesikalık resim yok. Ne yapayım, ne yapayım?.. Açtım gazeteyi İngiliz hükümetine seçilenlerin teker teker resimlerini bir güzel kesip dilekçeye yapıştırdım. Çembarlayn'ın resminin altına kendi adımı yazdım. Çörçil'in altına Sıtkı Akçatepe dedim. Öteki bakanlara da bizim geri kalan oyuncuların adını yazıp izni aldık, perdeyi açtık..."

   (KANDEMİR KONDUK / Ünlülerden Komik Anılar - Bilgi Yayınevi)
   

***



   
   Çok yönlü bir usta Yılmaz Gruda... Hatice Eğilmez Kaya'nın Yılmaz Gruda'yla yaptığı söyleşinin kitaplaştığı Sanat Üzre Bir "Derûn" Söyleşi (Akdoğan Yayınevi), özyaşam öyküsü ve anılarla bezenmiş belgesel derinliğinde bir yapıt.
    (...)
   Kitapta Muammer Karaca, Avni Dilligil, Haldun Dormen, Nisa Serezli, Altan Erbulak, Gülriz Sururi, Ayfer Feray, İzzet Günay, Erol Günaydın, Seden Kızıltunç, Haldun Taner, Ayşen Gruda gibi Türk tiyatrosuna büyük emek vermiş sanatçılarla ilgili anılar da yer alıyor.
    Sahne hayatında iz bırakan "Zafer Madalyası", "Sözde Melekler", "Kırkından Sonra" oyunlarıyla ilgili hem güldüren hem de düşündüren anılarını da paylaşıyor Yılmaz Gruda. Birlikte sahneleri paylaştığı arkadaşlarını sevgiyle, saygıyla, vefayla anıyor.
   "Çarmıhtaki Yeni Mehmet" şiir kitabında yer alan bir şiirinde ise duygularını şöyle ölümsüzleştiriyor:

Bir uzak bağbozumu geldiler,
Şarâbettiler yüreklerimizi.
Ve bir nice yaşam'lar söylediler
Bizi taşvazo'lara koyarak, bin yöne gittiler.


   (İnceleme: NİLGÜN BEYDİLİ - Cumhuriyet Kitap)








Merhaba!

18 Mart 2023 Cumartesi

CEYHUN ATUF KANSU ve TONGUÇ


   "Devrim önderleri, devlet kurucular, gerçek yurt yöneticileri bir öğretmene benzerler. İnsanlığın devrimci tarihinin dersliğinde ve kendi uluslarının yaşama okulunda yeni bir şeyler öğretirler. Siyasal eylemlerini, öğretiyle besleyip doğrularlar." (CEYHUN ATUF KANSU)





   Ceyhun Atuf Kansu anlatıyor:

   "Bir yapı ustası gibi konuşurlardı. Bir toplum kuruyorlardı. Yeni bir yapı kuruyorlardı. Sözlerinde coşku, inanç, pırıl pırıl yeni temel taşları vardı. Zorla yatırmaya götürürlerdi beni; ben, onların yanında, o sıcak devrim ateşinin yanında kalmak, kulağımı dolduran o sıcak bildirinin sesiyle dolmak, yaz gecesinin içinde erimek, bozkır böceklerinin türküsünü dinleye dinleye uykunun göğünde ağıp gitmek isterdim. Bu konuşulanlardan bende ne kalırdı? Bu gecelerin ardından, bir çardağın gölgesinde bir açıkhava okulu açmış olurdum. Bu okulun öğretmeni, kurucusu bendim... İş dönüşü, akşamüzeri, çardağıma babam ve eniştem gelirler, babam susar ama çocuk dostu, eğitmen, sıcacık bozkır güneşi yemiş gözleriyle eniştem, 'Sen bizim okulları açmışsın yahu' derdi. Elbette ki bu oyunda, bilinçaltımda gezinen o yaz gecesi konuşmalarının, o devrimci eğitim düşüncelerinin, Türkiye'nin yeni çağına yol gösteren, o yıldız düşüncelerin payı vardı. Yaşantımı, düşüncelerimi, memleket ve ülke görüşümü etkileyen insanlardan biri idi Tonguç... Bu açık gecelerden, alaca konuşmalardan konular, sözcükler değil, bir tutum, bir hava, bir yan tutma vurmuştur çocukluk bilinçaltıma... Devrimdi bu. Bir şeyleri değiştirmek, bir şeyleri yenileştirmek ve durmadan Türkiye'ye yeni bir biçim, yeni bir öz vermek isteyen insanlardı bunlar... Şimdi çok iyi ayırt ediyorum. Tonguç bir gerçekçi, bir eleştirici idi. Ayakları bir köylü gibi, çıplak toprağa basardı."


***


   "Ali Amca, siz eğitmenmişsiniz" dedim. Bir an durup baktı Ali Bey. "Çok gerilerde kaldı evlat" dedi. "Gerçi ben unutmadım ama..."
   Tonguç'u ve köy enstitülerini çok merak ettiğimi söyledim. "Hele soluklanayım. Yıllardır kimse sormamıştı, şaşırdım birden" dedi. Gidip yüzünü yıkadıktan sonra elinde bir yer sofrasıyla geldi. Mustafa'ya köşedeki örtüyü sermesini söyledi. "Şimdi yemeğimizi yiyelim, yemekten sonra bol bol konuşuruz" dedi göz kırparak. Bağdaş kurup oturdu ve işaret etti oturmamız için. Neyi nasıl yediğimi bilemedim. Merakla eğitmenliğini anlatmasını bekliyordum Ali Bey'in. Okuldaki durumlarımızı, derslerimizin iyi olduğunu konuşup duruyorduk. Anlamadım bile konuya girdiğini. 
  "Çavuşluğumun bile keyfine varamamıştım daha. Savaş zamanıydı ama daha fazla tutmadılar beni, üç yıllık askerlikten sonra köye gelip karasabanın başına geçtim. Forsum yerindeydi hani, çavuş pırpırlarımla gurur duyuyordum. Köyde herkes saygı duyuyordu bana. kahvede gazeteleri ben okuyordum kolay mı? İyi dinleyin iyi... Nasıl eğitmen olduğumu anlatıyorum size..." Soluklanıp gözümüze baktı Ali Bey. Arasıra gözlerini yumuyor, anımsamaya çalışıyordu sanki. 
   "Bahar öncesiydi. 1942 baharı. Bir gün muhtar çağırdı. 'Ali Çavuş, yarın nüfus cüzdanın ve tezkerenle birlikte Tokat'a gideceksin' dedi. 'Milli Eğitimden çağırıyorlarmış seni, bugün jandarma gelip söyledi. Korkma korkma kötü bir şey değil, çavuşları öğretmen yapacaklarmış kendi köyüne. Onun için çağırıyorlarmış seni. Hadi hayırlı olsun.' Korkmadım desem yalan olur, oldum olası korkarız ya devlet kapısından. Muhtar rahatlatmıştı ama yine de sabahı zor ettim. Sabah erkenden Milli Eğitimin kapısına vardım. Benim gibi üç beş kişi daha vardı. Konuştukça onların da çavuş olduğunu anlayıp biraz rahatladım ama tam değil. Bir memur nüfusuma ve tezkereme bakıp önündeki koca deftere bir şeyler yazdı, elime bir kâğıt tutuşturup aynı binadaki hükümet doktoruna gönderdi. Doktor, bir hastalığımın olup olmadığını sordu, yok deyince o da defterine bir şeyler yazdı, bana da bir kâğıdı imzalayıp mühürleyerek verdi. 'Tamam, Milli Eğitime git yine' dedi. Gittim, müdüre çıkardılar. Yıldızeli'nde altı ay kurs görüp kendi köyümde ya da yakın köylerin birinde öğretmen olmak istiyorsam üç gün sonra eşyalarımla birlikte oraya gelmemi söyledi. Sevinmiştim, öğretmen olacaktım. 'Babam he derse gelirim' dedim. 'Tamam' dedi babam, üç gün sonra on-on iki çavuşu bir kamyonun arkasında götürüp teslim ettiler Pamukpınar'a. Bir yıl önce orada köy enstitüsü kurulmuş. Boz elbiseli yüzlerce çocuk vardı. Bizi bir binaya yerleştirdiler, karnımızı doyurdular. Ertesi gün bizim ilçelerden, yakın illerden gelenleri hep bir araya topladılar. Seksen kişi kadardık. Onarlı kümelere ayırdılar. Eğitmen olacakmışız, bizi eğitmen olarak yetiştirmeye başladılar.
  Gruplara ayırdılar dedim ya, her grubun başında bir öğretmen vardı. Mevsim iyiydi ya, hep dışarıda yapardık dersleri, yalnız yağmur yağdığında doluşurduk enstitülülerin yaptığı binalara. Sabahın altısında kalkar, çorbamızı içip başlardık güne. Sadece bu dersler değil ha, daha çok bahçelerde uğraşırdık, tarlada, ağaçların arasında. Bir tarımcı bahçecilik, bağcılık, orak biçme, koyunculuk, inekçilik, sütçülükle ilgili birçok şeyi göstere göstere öğretti." 
   (...)
   "Öğrene çalışa göz açıp kapayana kadar geçti aylar ve temmuz geldiğinde tamamsınız dediler. Bir ay mı iki ay mı gidip staj da yapmıştık köylerde. Yaz sonunda atamanız yapılacak dediler. Tatile girince, Kızıliniş Yokuşu derler, Tokat-Yıldızeli arasında kırk beş kilometre vardır, işte o dağ yolundan saatlerce yürüyerek gelmiştik Tokat'a. Sonra..."
   Ali Bey'in anıları canlanmıştı. Tabakasını gösterip tütün sarmak için mola istedi. Parmaklarının kıvrak hareketleriyle tütünü sarıp diliyle ıslattıktan sonra dudaklarının arasına yerleştirdi sigarasını.

   "Sonra... Sonra delikanlılar, yaşamımın en güzel beş yılını geçirdim. Eğitmen Ali olmuştum. Bizim buraya yakın Alan köyüne verdiler beni. Adam yerine konuyordum. Köyün her işine, herkesin yardımına koşuyordum. Şaşırıyorlardı benim çiftçilikle, hayvancılıkla ilgili bilgilerime. Güvenmeye başladılar kısa sürede. Bana verilen evin bahçesindeki meyveler, çiçekler hepsine örnek olmuştu. Çocukları üç yıllık okulda okutmaya başladım. İlk mezunlarımı verdim bile. İkincisini bitirmeye fırsat vermediler, 1948'de kapattılar. Bizi de attılar devlet hizmetinden. Haa, sen Tonguç diyordun. Nasıl bilmem, bir kere diplomamda onun imzası var, bir de Şinasi Tamer, müdürümüz. Size gösterirdim ama şimdi kolayına bulamam. Kim bilir nerededir, belki de kaybolmuştur. Tonguç Baba'yı da gördüm ben, biz Tonguç Baba derdik, enstitülüler öyle derdi. Biz kursa başlamadan önceki ağustosta gelmiş, bir konuşma yapmış, hepsi hayran kalmışlar. Tonguç Baba diyor başka şey demiyorlardı. Onlardan duya duya biz de alıştık tabii Tonguç Baba demeye. Haa, daha sonra hep izledik eğitmenlikten atıldıktan sonra yani, kendi partisi yüz çevirmiş önce. Sonra Demokratlar defterini tam dürmüşler enstitünün de. Tonguç Baba'yı gördüm ben. Onu da gördüm, o büyük adamı. Ben eğitmendim o zaman. Bir gün Pamukpınar'a geleceğini söylediler, isteyen eğitmen toplantıya katılabilirmiş. Durur muyum, atlayıp gittim. Enstitülü bebelerin dediği kadar varmış, nasıl babayiğit, nasıl güvenli. Kalın sesiyle konuşuyordu, isteyene söz hakkı verip sıkıntısını dinledi. Hiç öyle devlet büyüğü gibi bir havası yoktu anlayacağınız. Sonra Turhal'a da gelmiş, şeker fabrikasında doktor yeğeni varmış. Sonra öğrendim, yeğeni şair Ceyhun Atuf'muş..."

   (ÖNER YAĞCI - Büyük Oğul Efsanesi/Tonguç'un Romanı - Bilgi Yayınevi)






Merhaba!
   

12 Mart 2023 Pazar

VE SONUÇ !

 

   Şöyle iki üç sayfada bir toplumun nasıl ele geçirilip karanlığa sürüklenivermesini ne güzel özetlemişler böyle sevgili annem ve Şefika Hanım! Şıp diye anlıyor insan. Böyle bakınca nasıl da basit bir operasyon gibi görünüyor değil mi bir toplumu çökertmek?

   Eğitimi çökerteceksin ki aklı başında insan yetişmesin. Söz sahibi kimseleri yemleyerek ele geçireceksin ki kendi çıkarlarıyla beraber senin çıkarlarını savunsunlar.

   Dini kullanacaksın, din adamlarını ele geçireceksin ki manevi güç senin elinde olsun.

  Etnik ayrıcalık tohumları ekeceksin ki başını kaldırmaya çalışanlar sana saldıracaklarına birbirlerini yesinler.

  Tarımı, ticareti ve dolayısıyla ekonomiyi bitireceksin ki insanlar yiyecek ekmek derdine düşsünler. Yani Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki en alt seviyeye insinler. Var olmak için çabalasınlar artık. İletişim veya gelişme mümkün olmasın. Bu kadar basit aslıda.

   Hani üst akıl falan deyip duruyorlar ya, bunu yapmak için bırakın altını üstünü, akıl bile gerekmiyor.

  Olan biteni anlamak için ise âlim olmaya gerek yok. Azıcık tarih okunsa yeter. Çünkü hep aynı şeyler, aynı şekilde tekrarlanmış durmuş tarih boyunca. Hâlâ da tekrarlanıyor.

   (SERRA MENEKAY / Şefika - Galeati Yayıncılık) 

   

***


Onur ve hakikat alınır ayaklar altına

Şedit bir arzuyla;

Bir atlama tahtası olarak kullanırsın dostunu

Tırmanmak için daha yükseğe.


Muhteşem görünen alçakça bir didişmenin

İndiğinde üstüne perde

Sonlandırdığın boşa geçmiş hayatına

Bakacaksın acıyla.


Sattın hayatını küçük bir bahşişe

Yanıp sönen parıltılar içinde;

Ödülü oldu hep - ama sonunda hepsi

Döndü toza ve küle.


Çünkü indi gece ve sıfırladı

Kutsadığın tasarlarını

Ve pirinçten işlenecek mezar yazıtın

"Yaşadı, ve öldü."


ANDREW BARTON (BANJO) PATERSON

(Çeviren: RECEP NAS)


***


   İnsan evrenin dev takvimi içinde bir toz zerresi bile olmayan kısacık ömrüyle sınırlı bir canlı mıdır? O zaman insanın kendi kişisel ömrünü aşan amaçların peşinden gitmesi, bir tür çılgınlık, en iyi deyimle romantik bir idealizmden ibaret midir?

   İnsanlık bu tarz sorulara çağlara göre değişen ve genellikle "zamanın ruhu" tarafından belirlenen yanıtlar verir. 1960-1980 dönemindeki yanıtlar arasında toplumsal sorumluluk duygusunun, kamu yararı anlayışının ağır bastığı, gençliğin "yaşlanmış" dünyaya yeri geldiğinde kendini feda etme pahasına üflediği taze soluğun etkisinin hissedildiği söylenebilir. Bu ruh halinin yansımalarından biri 68 kuşağı oldu, bu deneyimin önemli bir örneği de ülkemizde yaşandı. Hatta 1968 sonrasında Türkiye'nin başına gelenlerde, "müesses nizam" ın o genç soluğu boğma hırsı önemli bir rol oynadı. Batı'nın daha demokratik ülkeleri ise bir yandan 68 şokunu amortize ederken, diğer yandan o yenilenmenin faydalarını da gördüler. Sovyet sistemine gelince, kendi 68'inin etkisini hiç kaldıramadı, zaten 20-25 yıllık bir zaman dilimi içinde de iskambil kâğıdından şatolar gibi peş peşe yıkıldı.

   Batı'da 1980 civarında İngiltere ve ABD merkezli olarak gerçekleşen "muhafazakâr devrim" in tüm dünyaya yayılan etkisi, Sovyet sisteminin yıkılmasıyla birleşince, zamanın ruhunda görünür bir değişim yaşandı: Kamusal çıkar, kamusal yarar kavramları gözden düştü; sosyal devlet anlayışı ayaklar altına alındı; özelleştirmeler yoluyla tüm kamu mallarını sermaye sınıfına aktarmanın yolu açıldı. Bu süreç haliyle başka alanlara da yansıdı: Metinlerde anlam aramanın boş bir çaba olduğu ilan edildi, aydınların toplumsal sorumluluğu olduğu savı tarihin çöp tenekesine atıldı, zaten tarihin de sonu gelmişti. İnsanlığa her yönden enjekte edilmeye çalışılan subliminal mesaj, "idealist insan" türünün artık soyu tükenmekte olan bir canlıya dönüştüğü, "dinozorlaştığı" ydı.

   Değer yargılarını tepelemek

   Aslında tepelenen şey, insanın toplumsal çıkarları, toplumun ve gezegenin geleceğini kendi kısacık ömründen daha önemli görme, kamu yararına değer verme, onu önceleme anlayışıydı. Tepelenen şey, bu anlayışın zeminini oluşturan çok daha sosyal paylaşımcı bir ahlaktı, böyle değer yargıları yaratmayı başarmış bir zamanın ruhuydu.

   Biz de bu günlere o değer yargılarını tepeleye tepeleye geldik.

  Şimdi devasa bir enkaz manzarası karşısında dehşete kapılıyor, şaşırıyoruz. Bu memleketin üzerinde durduğu bütün kolonları kesmişiz, "Durun yapmayın" diyenleri yıllar yılı "çağdışılık" la, "dünyanın gidişatını anlamamak" la, "dinozorluk" la suçlamışız, sonra bina yıkılınca şaşırıyoruz öyle mi? 

   (AYŞE EMEL MESCİ - Cumhuriyet Gazetesi)




Merhaba!   

5 Mart 2023 Pazar

BAHÇEMİZE BAKMAMIZ GEREK

 


(Fotoğraf: BirGün Gazetesi)


   "Hadi gelin de dikkatle seyredin bu korkunç yıkıntıları,

Küllerini şu talihsizin, şu döküntüleri, şu kalıntıları,

Birbirinin üstüne yığılmış şu kadınları ve çocukları,

Parça parça mermerler altındaki şu dağılmış uzuvları..."


  "Lizbon Felaketi Üzerine Şiir"de Voltaire, 1 Kasım 1755 yılında Lizbon'da yaşanan, rihter ölçeğine göre 9 şiddetinde olan, yüz bine yakın insanın ölümüyle sonuçlanan büyük felaketten söz ediyordu. Şiir, kimilerince kötülükleri abartıyor, hatta Tanrı'ya başkaldıran bir tutum izliyordu. Voltaire, dişini sıktı ve yanıtı onlara büyük bir yapıtla verdi: "Candide ya da İyimserlik." Öyle ki şiire karşı tavır alan J. J. Rousseau bile bu büyük eser karşısında sesini çıkaramadı ama incindiğini her fırsatta dile getirdi. 
     
 "Candide ya da İyimserlik"i dilimize kazandıran, yaşamının önü kesilmek istenmesine rağmen tekerlekli sandalyesindeki direnci hepimize umut olan düşünürümüz Server Tanilli, Voltaire'in "Aydınlanma çağının kutup yıldızı" olduğunu söyler. Gerçekten de 18. yüzyılın "truman show"u olarak da nitelendirebileceğimiz yapıtta bu dünyanın korkunçluğunu gösteren olaylar dizisi çıkar karşımıza. Kitap, iyiliğin ve kötülüğün iki yüzünü temsil eder. Tanık olduğu iğrençliğe varan kötülükler karşısında insan doğasının nasıl ezildiğini gösterir göstermesine ama dünyayı düzeltme görevini her şeyden önce Tanrı'ya değil insanlığa bırakır. Kitapta bir bölüm vardır ki hepimizi derinden sarsmaktadır: "Gelecekteki Depremlerin Önlenmesi İçin Harikûlade Bir Ateş Nasıl Yakıldı?" Bu bölümde, Portekizli din adamlarının harabeye dönmüş kenti eski haline getirebilmek için devasa bir engizisyon ateşi yakılması gerektiğine nasıl karar verdiği anlatılır. 

   1 Kasım 1755 tarihi aslında Hıristiyanların her yıl kutladıkları Azizler Günü'dür. Deprem altı dakikaya yakın sürer. Kurtulanlar limana sığınır. Denizin çekildiğini düşünenler, Tanrı'nın onlara bir şeyler söylemek istediğine inananlardır. Bir saat içinde büyük bir tsunami yaşanır; deniz kıyısına gidenler de ölür. Azizler Günü nedeniyle yakılan mumlar devrilip korkunç bir yangına neden olur. Lizbon'da ayakta kalan tek yer ise genelevdir. Bütün bunların sonucunda kilise bildiği yolda yürümeye devam eder. İşte Voltaire bu süreci anlatır bize. Ülkenin ileri gelenleri ve din adamları bir araya gelip Lizbon şehir meydanında engizisyon ateşini törenle yakar. Önce depremin sorumlusu olarak içine şeytan giren iki kişi bulunur ve diri diri yakılır. Güya ülkede depreme yol açan pek çok günahkâr vardır. Tüm ülkede bir cadı avı başlar. Konu komşunun yalan yanlış ihbarıyla yakalanan Lizbonlular ya asılarak ya da yakılarak öldürülür.

   Voltaire "Candide ya da İyimserlik"te, her şeyden önce Katolik kilisesinin akılla ilgisi olmayan bu tutumuyla dalga geçer. Kitap yayınlandıktan sonra kerelerce yasaklanır ama geniş kitlelerce kabul görür. Çünkü her şeyden önce kilisenin insanlara sunmaya çalıştığı, "günahkâr bir şehrin insanlarının cezalandırılması" düşüncesi tutmaz. Lizbon halkı öyle büyük bir günah filan işlememiştir. Üstelik Avrupa'daki diğer şehirlere, Paris'e hatta Londra'ya göre daha masum bir hayat sürmektedir. Böylece kilisenin akılcılığı dışlayan kader planı yavan kalır. Lizbon depremi Avrupa'ya yayılan akılcı düşüncenin bir anlamda miladı olur.

  O dönemde kilisenin monarşiyle el ele verip ayakta kalmak istemesinin sebebi aslında son derece ekonomiktir. Günümüzde de devlet hegemonyasını elinde tutan rejimler, yolsuzluğu ön plana alan yönetimler, kayırmacı doğaları gereği sorumluluk duygusunu tahrif ederler ve kader planının içine sığınmaya çalışırlar. Asıl amaç kendi iktidarlarının korunmasıdır.

  Voltaire, "Candide ya da İyimserlik"  yapıtının sonunu, onca acı ve ağır bedeller ödenen bir yaşama rağmen iyimserlikle bitirir. Candide İstanbul'a gelir ve orada bir dervişle karşılaşır. Derviş ona der ki: "Anlattıkların güzel ama bahçemize de bakmamız gerek..."

Bu ülke bizim en sevgili bahçemiz. Ve onun akla ve bilime ihtiyacı var.

   (EREN AYSAN - Cumhuriyet Gazetesi)





Merhaba!