"Devrim önderleri, devlet kurucular, gerçek yurt yöneticileri bir öğretmene benzerler. İnsanlığın devrimci tarihinin dersliğinde ve kendi uluslarının yaşama okulunda yeni bir şeyler öğretirler. Siyasal eylemlerini, öğretiyle besleyip doğrularlar." (CEYHUN ATUF KANSU)
Ceyhun Atuf Kansu anlatıyor:
"Bir yapı ustası gibi konuşurlardı. Bir toplum kuruyorlardı. Yeni bir yapı kuruyorlardı. Sözlerinde coşku, inanç, pırıl pırıl yeni temel taşları vardı. Zorla yatırmaya götürürlerdi beni; ben, onların yanında, o sıcak devrim ateşinin yanında kalmak, kulağımı dolduran o sıcak bildirinin sesiyle dolmak, yaz gecesinin içinde erimek, bozkır böceklerinin türküsünü dinleye dinleye uykunun göğünde ağıp gitmek isterdim. Bu konuşulanlardan bende ne kalırdı? Bu gecelerin ardından, bir çardağın gölgesinde bir açıkhava okulu açmış olurdum. Bu okulun öğretmeni, kurucusu bendim... İş dönüşü, akşamüzeri, çardağıma babam ve eniştem gelirler, babam susar ama çocuk dostu, eğitmen, sıcacık bozkır güneşi yemiş gözleriyle eniştem, 'Sen bizim okulları açmışsın yahu' derdi. Elbette ki bu oyunda, bilinçaltımda gezinen o yaz gecesi konuşmalarının, o devrimci eğitim düşüncelerinin, Türkiye'nin yeni çağına yol gösteren, o yıldız düşüncelerin payı vardı. Yaşantımı, düşüncelerimi, memleket ve ülke görüşümü etkileyen insanlardan biri idi Tonguç... Bu açık gecelerden, alaca konuşmalardan konular, sözcükler değil, bir tutum, bir hava, bir yan tutma vurmuştur çocukluk bilinçaltıma... Devrimdi bu. Bir şeyleri değiştirmek, bir şeyleri yenileştirmek ve durmadan Türkiye'ye yeni bir biçim, yeni bir öz vermek isteyen insanlardı bunlar... Şimdi çok iyi ayırt ediyorum. Tonguç bir gerçekçi, bir eleştirici idi. Ayakları bir köylü gibi, çıplak toprağa basardı."
***
"Ali Amca, siz eğitmenmişsiniz" dedim. Bir an durup baktı Ali Bey. "Çok gerilerde kaldı evlat" dedi. "Gerçi ben unutmadım ama..."
Tonguç'u ve köy enstitülerini çok merak ettiğimi söyledim. "Hele soluklanayım. Yıllardır kimse sormamıştı, şaşırdım birden" dedi. Gidip yüzünü yıkadıktan sonra elinde bir yer sofrasıyla geldi. Mustafa'ya köşedeki örtüyü sermesini söyledi. "Şimdi yemeğimizi yiyelim, yemekten sonra bol bol konuşuruz" dedi göz kırparak. Bağdaş kurup oturdu ve işaret etti oturmamız için. Neyi nasıl yediğimi bilemedim. Merakla eğitmenliğini anlatmasını bekliyordum Ali Bey'in. Okuldaki durumlarımızı, derslerimizin iyi olduğunu konuşup duruyorduk. Anlamadım bile konuya girdiğini.
"Çavuşluğumun bile keyfine varamamıştım daha. Savaş zamanıydı ama daha fazla tutmadılar beni, üç yıllık askerlikten sonra köye gelip karasabanın başına geçtim. Forsum yerindeydi hani, çavuş pırpırlarımla gurur duyuyordum. Köyde herkes saygı duyuyordu bana. kahvede gazeteleri ben okuyordum kolay mı? İyi dinleyin iyi... Nasıl eğitmen olduğumu anlatıyorum size..." Soluklanıp gözümüze baktı Ali Bey. Arasıra gözlerini yumuyor, anımsamaya çalışıyordu sanki.
"Bahar öncesiydi. 1942 baharı. Bir gün muhtar çağırdı. 'Ali Çavuş, yarın nüfus cüzdanın ve tezkerenle birlikte Tokat'a gideceksin' dedi. 'Milli Eğitimden çağırıyorlarmış seni, bugün jandarma gelip söyledi. Korkma korkma kötü bir şey değil, çavuşları öğretmen yapacaklarmış kendi köyüne. Onun için çağırıyorlarmış seni. Hadi hayırlı olsun.' Korkmadım desem yalan olur, oldum olası korkarız ya devlet kapısından. Muhtar rahatlatmıştı ama yine de sabahı zor ettim. Sabah erkenden Milli Eğitimin kapısına vardım. Benim gibi üç beş kişi daha vardı. Konuştukça onların da çavuş olduğunu anlayıp biraz rahatladım ama tam değil. Bir memur nüfusuma ve tezkereme bakıp önündeki koca deftere bir şeyler yazdı, elime bir kâğıt tutuşturup aynı binadaki hükümet doktoruna gönderdi. Doktor, bir hastalığımın olup olmadığını sordu, yok deyince o da defterine bir şeyler yazdı, bana da bir kâğıdı imzalayıp mühürleyerek verdi. 'Tamam, Milli Eğitime git yine' dedi. Gittim, müdüre çıkardılar. Yıldızeli'nde altı ay kurs görüp kendi köyümde ya da yakın köylerin birinde öğretmen olmak istiyorsam üç gün sonra eşyalarımla birlikte oraya gelmemi söyledi. Sevinmiştim, öğretmen olacaktım. 'Babam he derse gelirim' dedim. 'Tamam' dedi babam, üç gün sonra on-on iki çavuşu bir kamyonun arkasında götürüp teslim ettiler Pamukpınar'a. Bir yıl önce orada köy enstitüsü kurulmuş. Boz elbiseli yüzlerce çocuk vardı. Bizi bir binaya yerleştirdiler, karnımızı doyurdular. Ertesi gün bizim ilçelerden, yakın illerden gelenleri hep bir araya topladılar. Seksen kişi kadardık. Onarlı kümelere ayırdılar. Eğitmen olacakmışız, bizi eğitmen olarak yetiştirmeye başladılar.
Gruplara ayırdılar dedim ya, her grubun başında bir öğretmen vardı. Mevsim iyiydi ya, hep dışarıda yapardık dersleri, yalnız yağmur yağdığında doluşurduk enstitülülerin yaptığı binalara. Sabahın altısında kalkar, çorbamızı içip başlardık güne. Sadece bu dersler değil ha, daha çok bahçelerde uğraşırdık, tarlada, ağaçların arasında. Bir tarımcı bahçecilik, bağcılık, orak biçme, koyunculuk, inekçilik, sütçülükle ilgili birçok şeyi göstere göstere öğretti."
(...)
"Öğrene çalışa göz açıp kapayana kadar geçti aylar ve temmuz geldiğinde tamamsınız dediler. Bir ay mı iki ay mı gidip staj da yapmıştık köylerde. Yaz sonunda atamanız yapılacak dediler. Tatile girince, Kızıliniş Yokuşu derler, Tokat-Yıldızeli arasında kırk beş kilometre vardır, işte o dağ yolundan saatlerce yürüyerek gelmiştik Tokat'a. Sonra..."
Ali Bey'in anıları canlanmıştı. Tabakasını gösterip tütün sarmak için mola istedi. Parmaklarının kıvrak hareketleriyle tütünü sarıp diliyle ıslattıktan sonra dudaklarının arasına yerleştirdi sigarasını.
"Sonra... Sonra delikanlılar, yaşamımın en güzel beş yılını geçirdim. Eğitmen Ali olmuştum. Bizim buraya yakın Alan köyüne verdiler beni. Adam yerine konuyordum. Köyün her işine, herkesin yardımına koşuyordum. Şaşırıyorlardı benim çiftçilikle, hayvancılıkla ilgili bilgilerime. Güvenmeye başladılar kısa sürede. Bana verilen evin bahçesindeki meyveler, çiçekler hepsine örnek olmuştu. Çocukları üç yıllık okulda okutmaya başladım. İlk mezunlarımı verdim bile. İkincisini bitirmeye fırsat vermediler, 1948'de kapattılar. Bizi de attılar devlet hizmetinden. Haa, sen Tonguç diyordun. Nasıl bilmem, bir kere diplomamda onun imzası var, bir de Şinasi Tamer, müdürümüz. Size gösterirdim ama şimdi kolayına bulamam. Kim bilir nerededir, belki de kaybolmuştur. Tonguç Baba'yı da gördüm ben, biz Tonguç Baba derdik, enstitülüler öyle derdi. Biz kursa başlamadan önceki ağustosta gelmiş, bir konuşma yapmış, hepsi hayran kalmışlar. Tonguç Baba diyor başka şey demiyorlardı. Onlardan duya duya biz de alıştık tabii Tonguç Baba demeye. Haa, daha sonra hep izledik eğitmenlikten atıldıktan sonra yani, kendi partisi yüz çevirmiş önce. Sonra Demokratlar defterini tam dürmüşler enstitünün de. Tonguç Baba'yı gördüm ben. Onu da gördüm, o büyük adamı. Ben eğitmendim o zaman. Bir gün Pamukpınar'a geleceğini söylediler, isteyen eğitmen toplantıya katılabilirmiş. Durur muyum, atlayıp gittim. Enstitülü bebelerin dediği kadar varmış, nasıl babayiğit, nasıl güvenli. Kalın sesiyle konuşuyordu, isteyene söz hakkı verip sıkıntısını dinledi. Hiç öyle devlet büyüğü gibi bir havası yoktu anlayacağınız. Sonra Turhal'a da gelmiş, şeker fabrikasında doktor yeğeni varmış. Sonra öğrendim, yeğeni şair Ceyhun Atuf'muş..."
(ÖNER YAĞCI - Büyük Oğul Efsanesi/Tonguç'un Romanı - Bilgi Yayınevi)
Merhaba!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder