Bir dönemeci geçiyor tren.
Arkadaki vagonlar görünüyor
birer birer
bağlı birbirine
ve çok uzak.
Şaşırıyor birdenbire insan
bu çok uzak ve çok arkadaki şeylere bağlı oluştan.
NÂZIM HİKMET
(Memleketimden İnsan Manzaraları)
Resim: SÜLEYMAN KARAKUL
Bir yanda başı bulutlara değen demir madeni, öte yanda Çaltı Çayı boyunca dolaşıp, uzaklardan türküler getiren demiryolu... Sabahat Akkiraz'dan yürek dağlayan "Kara Tren de Yol Alıyı Cürek'ten" türküsünü dinlediyseniz, ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur.
Böyle bir şehirde (Divriği) geçtiyse çocukluğunuz ve ilk gençlik yıllarınız, madenin de, demiryolunun da ne demek olduğunu iyi bilirsiniz.
Hele Hüseyin Gazi'den, Uluzar'dan görünmeye başlayınca trenin dumanı, hele de Parmak Damgası filmindeki gibi, "heey, Hançer geldi, uyanın Karakaleliler Hançer geldi, haberler getirdi, ilaçlar getirdi, mektuplar getirdi, uyanın" narasını andıran düdüğü, Divriğili herkeste ayrı çağrışımlar yapar. Yürekler hoplar, derin nefes alınır, düdük bitinceye kadar pürdikkat dinlenir. Hançer gelmiştir çünkü. Demiryolu, uzaklara giden ağabeydir, kavuşulamayan yavukludur, Almanya'dır, Yeşilçam'dır, varmaktır, kavuşmaktır, sarılmak koklaşmaktır, okumak adam olmaktır. Demiryolu okuldur, hastanedir, hayattır.
İstasyondan kalkarken her defasında vagonun arkasına asılır, 300-500 metre de olsa sallanmakla düşmek arası macera yaşarken, etimizde kemiğimizde hissediyorduk demiryolunu...
(MEHMET AKKAYA / Aydınlık Gazetesi - Mayıs 2019)
***
Yeryüzündeki trenler demirden
Gökyüzündeki trenler düşlerimden
SÜREYYA BERFE
***
(...) Bu Doğu köylerinin çoğu gibi, Cinis de neredeyse harabe halinde, 2004 depreminden kalmış ufalanmış harabeler. Eskiden burada iki bini aşkın insan yaşıyormuş. Şimdi sayıları bunun yarısından az. Köyün yeni yüzyıla girdiğini göstermek için, şimdi Cinis iki şerefeli minaresi olan yeni yapılmış bir camiyi sunuyor. Osmanlı günlerinde bu bir lése-majesté olayı sayılabilirdi, çünkü yalnızca Sultan'ın böyle israfa hakkı vardı.
Uzaktan bir atlı araba görünüyor. Tahta tekerlekler yerine otomobil lastikleri takılmış, neredeyse yüzyıl önce Tanpınar'ın gördükleri gibi. Bir kavak tohumları fırtınasında, üç yaşlı adam çamurdan bir yolun köşesinde duruyor ve beni çaya davet ediyorlar.
Daha sonra, otuz kilometre kadar uzakta, İkinci Dünya Savaşı'nda cezalandırılan "azınlıklar"ın getirildiği Aşkale kasabasına ve tren istasyonuna geliyorum. Bilet gişesi penceresinde şu muhavereyi duyuyorum:
Adam: "Bir sonraki tren kaçta?"
Biletçi: "Bilet mi istiyorsun?"
Adam: "Hayır, trenin geçişini seyretmek istiyorum."
(...)
(ALBERTO MANGUEL / Tanpınar'ın İzinde Beş Şehir - Yapı Kredi Yayınları)
Merhaba!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder