10 Ocak 2021 Pazar

EDEBİYAT DÜŞÜNDÜRMELİ



   Orhan Kemal, 'Arka Sokaklar' kitabı dolayısıyla yargılanırken yargıç, Neden hep konularını fakir fukaradan alıyorsun? diye sorduğunda, 

  "Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok" demiştir.


***


   Sait (Faik) ile Sabahattin (Ali) de böyledir benim için. İkisi de insana ve yazıya inanır. Çocuklara, yoksullara, düşkünlere, dışarlıklı olanlara, hayat kadınlarına-bu da ne sözdür ama, sokaktakilere, köylülere, alttakilere merhametle, şefkatle yaklaşırlar, sözcüklerinin gelişinden bellidir daha. Biri İstanbul'dan bakar, biri Anadolu'dan, ama aynı yerlere, aynı insanlara, aynı acılara, sevinçlere bakar ikisi de. (HAYDAR ERGÜLEN - Söyleşi: GAMZE AKDEMİR - Cumhuriyet Kitap)


***


Resim: SEDAT GİRGİN


AYRAN

   (...) Kocaman ve altı çivili kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş olan küçük Hasan, sağ koluna aldığı güğümü, ara sıra dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı. Bazan sol elindeki çinko maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az ağrı verecek bir şekilde kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla dolu olan güğümün alt kenarı her adım atışta dizlerine vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği sapı, kolundan kurtulup önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta idi. Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun topukları ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya çamura basıyordu.

   Yaz, kış, her gün gitmeğe mecbur olduğu bu iki saatlik yol bu sefer daha uzamış gibiydi. Tam yarı yolda bulunan küçük ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve sisler içindeydi.

   (...)

   Küçük Hasan hiçbir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne evde kendisinin dönmesini bekleyen iki küçük kardeşi, ne de dört saat uzaktaki nahiye merkezinde hizmetçilik yapan anası bu anda aklında değildi. Ayranını satıp satamayacağını da düşünmüyordu. Kafasında yalnız bir şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek, geri dönmek mecburiyeti...

   Uzun bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Maşrapayı tuttuğu elinin çatlaklarla örülü üst tarafı ile burnunu sildi. Gözlerini ileri çevirince istasyona yaklaştığını gördü.

   (...)

   Küçük Hasan güğümü yerin ıslak kumları üzerine bırakarak rayları seyre daldı. Her gün yüzlerce adamı bilmediği bir yerden alıp bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan demirlerin arasında, gelip geçen lokomotiflerin bıraktığı siyah yağ lekeleri görülüyordu.

   Keskin bir düdük sesiyle irkildi. İstasyona gelen tren, kendini haber veriyordu. Lokomotif tam yağ lekelerinin üstüne geldi ve durdu. 

  Küçük Hasan, kurulu bir makine gibi, güğümü ve maşrapayı yakalayarak trenin boyunca koşmaya ve başını pencerelere kaldırarak:

   "Ayran, ayran, temiz ayran!" diye bağırmaya başladı.

   (...)

   Bir baştan bir başa üç kere koştu. Güğümün keskin kenarlı dibi ince bacaklarına çarpıp acıtıyor, fakat o, azıcık yüzünü buruşturarak:

   "Ayran, temiz ayran!..." demeğe devam ediyordu.

  Dört bardak, hiç olmazsa dört bardak sayabilseydi. Buna mukabil alacağı on kuruşla eve bir kara ekmek götürebilirdi. Onun gelmesini, aç bir uyuşukluk içinde dörtgözle bekleyen iki küçük kardeşinin hayali gözünden şimşek gibi gelip geçiyor ve o hep bağırıyordu:

   "Temiz ayran... Temiz!..."

   Annesi hizmetçi bulunduğu yerden haftada bir kere, birkaç saat için geliyor, yanında biraz yufka, birkaç soğan, bazan da yarım desti pekmez getiriyordu. Fakat bunlar, üç tane aç mideye iki gün bile yetmiyordu... Ondan sonra iki kardeşi beslemek vazifesi küçük Hasan'a düşüyordu.

   (...)

   Çok akşamlar, koltuğunun altında getirdiği ekmeği ortaya koyarak ayran boşaltmak için bir toprak çanak getirmek üzere ocağın yanındaki köşeye gider, sofra başına döndüğü zaman o balçık gibi ekmekten ortada bir şey kalmadığını dehşetle görürdü. O zaman kendisi bir çanak ayran içer, açlığa alışmış olan midesinin hafif ezilmelerine kulak asmadan, eski bir pösteki üzerinde yatan kardeşlerinin yanına, delik deşik ve yağlı bir yorganın altına sokulurdu.

   Onu asıl dehşete düşüren; kardeşlerinin bu kuyu gibi daima yutan ve hiç doymayan mideleri değildi; eli boş olarak döndüğü zaman, bu iki sıska mahlûkun kendisine nasıl parlak ve büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını hatırlayınca tüyleri ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı kadar bağırdı:

   "Ayran... Ayran!..." 

    (SABAHATTİN ALİ - Yeni Dünya)


***


   Edebiyat, estetik bir ifade etme sanatı değildir yalnızca; olay, his ve hayal dünyamızın bir harmanıdır. Kavrayışımı süsleyen ayrıntılardır zihnimde bu kurgunun doğuşunu sağlayan. Yazın dünyası ne yazıktır ki evrensel sorunlara değinmekten epey uzak artık. Haliyle mayalı sözlerin ticarete katık edildiği bir döneme tanıklık ediyoruz. 

   Popüler kültürün parçası olmaktansa doğru bildiklerimi, söylenmesi gerekenleri kaleme almayı seçiyorum daima ve beni buna zorlayansa içimdeki insandır, yayın programları değil asla.

   (...)

  Bir yazar söylenmesi gerekenleri dökmelidir kâğıda. Edebiyat bir aynadır ama son dönemde elime aldığım yeni nesil romanların çoğunda samimiyetsizlik var. Güllük gülistanlık ilişkiler, nostaljik motifler ve tertemiz aşklarla süslü romanlar. Başınızı kitaptan kaldırıp gerçeklerle yüzleşene dek kandırabiliyorsunuz kendinizi ancak... (AYHAN ÜN - Söyleşi: CAN GAZALCI - Cumhuriyet Kitap)


***



Dickens'ın Rüyası 
(Ressam: ROBERT WILLIAM BUSS)


   (Edebiyat) Eğlencelik bir sanat değildir, eğlencelik olmalıdır ama insanı düşünmeye, sorular sormaya yönlendirmelidir aynı zamanda. Ruhsallıkla ilgili, ülkesiyle, yaşadığı hayat ile ilgili sorular sormalıdır. Sunulan her şeye kuşkuyla bakmaya yönlendiren bir sanat olmalıdır. Bütün büyük yazarlar toplumların aynasıdır. C. Dickens, İngiliz işçi sınıfının sefaletini anlatmıştır. Asıl tarih resmi tarih değil, romandır, edebiyattır. (İNCİ ARAL - Cumhuriyet Gazetesi)



  
   (...) Gerçi bir yoksullar evinde doğmak, insanoğlunun başına gelebilecek en hayırlı, en özenilecek bir şeydir, diye tutturmaya niyetim yok. Ancak bu koşullarda Oliver Twist için bundan daha hayırlısı olamazdı demeye pekâlâ niyetim var. Doğrusu şu ki, soluk alma görevini üstlenmesi için Oliver Twist'i kandırmak adamakıllı güç olmuştu. Solunum... Zorlu bir iş! Ne yaparsınız ki çabasızca var olabilmemiz için gelenekler bunu zorunlu kılmış... Oliver, bir süre yün şiltede ağzı açık, soluma güçlüğü içinde yattı. Bu dünyayla öteki dünya arsında dengesiz bir salınım durumundaydı ve ağırlık belirgin olarak öteki dünyadan yanaydı. İmdi, bu kısa dönem içinde çevresi özenli ninelerle, kaygılı teyzelerle, yardımcı halalarla, deneyimli hastabakıcılarla ve son derece usta doktorlarla dolu olaydı, kuşku yok, Oliver'ın göz açıp kapayıncaya kadar öteki dünyayı boylaması önlenemezdi. Gelgelelim yavrunun başında, birayı çokça çektiğinden kafası biraz dumanlanmış yaşlı bir yoksul kadından ve bu işleri sözleşmeyle yapan belediye doktorundan başka kimse bulunmadığından Oliver ile doğa, sorunu kendi aralarında çözümlediler. Sonuçta Oliver azıcık çabadan sonra soluk alabildi, şöyle bir hapşırdı ve derken belediyenin omuzlarına yeni bir yükün daha yüklenmiş olduğunu yoksullar evindekilere duyurmaya koyuldu. Ses denen o pek yararlı araçtan üç dakikadan fazla yoksun kalan yeni doğmuş bir oğlan çocuğundan da ancak bu kadarcık bir bağırma beklenebilirdi!
  Oliver, ciğerlerinin kendiliğinden ve düzgünce işlemekte olduğunun bu ilk kanıtını vermeye başlayınca, demir karyolanın üzerine rastgele atılıvermiş olan yama işi yorgan hışırdadı; genç bir kadının soluk yüzü yastıktan halsizce kalktı ve cılız bir ses, yarım-yamalak, "Çocuğu göreyim de öleyim!" sözlerini fısıldadı.
   (...)
   Doktor yavruyu ananın kucağına verdi. Genç kadın o bembeyaz, buz gibi dudaklarını ateşli bir sevgiyle yavrunun alnına bastırdı; gözlerini vahşi, çılgın bir bakışla çevrede dolaştırdı; baştan ayağa ürperdi ve öldü. Göğsünü, ellerini, şakaklarını ovdular ama kanı bir daha ısınmamak üzere soğumuştu. Umut ve avuntudan konuştular, oysa genç kadın çoktandır bunlardan uzaktı.
   En sonunda doktor, "Her şey bitti hanım teyze!.." dedi.
  Bakıcı kadın, çocuğu kaldırmak için eğildiği zaman yastığa düşmüş olan şişe tıpasını alarak, "Evet, öyle!" dedi. "Zavallıcık. Vah, zavallı tazecik!" Doktor eldivenlerini büyük bir özenle giyerek, "Çocuk ağlarsa beni çağırmana gerek yok teyze!" dedi. "Epey mızıklanacaktır sanırım. Böyle zamanlarda biraz yulaf lapası veriver." Şapkasını giydi, kapıya giderken karyola başında duralayarak, "Güzel de bir kızcağızmış," dedi. "Nereden gelmişti?"
   İhtiyar kadın, "Dün gece getirdiler," diye yanıtladı. "Kâhya göndermiş. Sokakta baygın bulmuşlar. Uzun yol yürümüş besbelli. Kunduraları paramparçaydı çünkü. Ama nereden gelip nereye gidiyordu... kimsecikler bilmiyor." 
   (...)

   (CHARLES DICKENS - Oliver Twist)    






Merhaba!

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder