16 Ağustos 2020 Pazar

ÖYKÜNÜN İŞİ




   Maya Angelou, yazınsal türler arasında gezinirken bir yazar arkadaşından şu bilgiyi edinir: "Roman yazmak imkânsızdır. Gel de bana sor. Şiir de öyle. Langston'a ya da Countee'ye sor. Baldwin ise makale yazmanın imkânsızlığından söz edecektir sana. Ama herkes, iyi bir öykü yazmanın asla ama asla başarılamayacağı konusunda hemfikirdir." 


MAYA ANGELOU - Bir Kadının Yüreği
(Fotoğraf: GARY FRIEDMAN)



***



   Öykünün işi; 
"Hem bir saat gibi içinde yaşadığı zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü"
göstermektir.


FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA



***



HİŞT! HİŞT!

   Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze deve dikenleriyle karabaşlar, erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:
   -Hişt hişt, dedi.
   Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş, "hişt hişt" ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki, "hişt hişt" diyen. 
   -Hişt, dedi yine.
   Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım, Çalıların arasında biri saklanıyormuş gibi geldi bana.
   Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi; ağzı, dişleri, kulakları, boynu ne güzel. Otluyor. Otları âdeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi "hişt hişt" diye duymuşumdur? Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:
   -Hişt hişt hişt, dedi.
   Hani bazı, kulağınızın dibinde çok tanıdığınız bir ses, isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.
   Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe. Yola indim. İstediği kadar "hişt" desin, sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma "hişt" diyen bir divane olayım ben, aldırmayacağım.
   Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki de kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalâki kuşudur. 
   İyisi mi ben kendim "hişt hişt" derim. O zaman tamamı tamamına pek "hişt hişt" seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.

  
SAİT FAİK ABASIYANIK
(Alemdağ'da Var Bir Yılan)



***



   İnsan sıcaklığını iletme, insanı insana açmadır öykünün işi de; ama daha yoğun, daha çarpıcı biçimde yapar bunu. İster olay anlatmayı, ister hava yaratmayı, isterse bir kişiyi, bir durumu vermeyi yeğlesin, en önemliyi, en gerekliyi seçmesini bilir. Bir "can alıcı" noktasından sokulur yaşama, konularına; sözü uzatmadan vardığı vurucu, şaşırtıcı yerden daha ötelere bakmayı, öncesini, sonrasını algılamayı sağlar.
   Sait Faik'in "Hişt! Hişt!"ini okuyan, kolay kolay unutamaz o sesi, yaşamın şiirsel tadı yankılanır gider içinde. Çehov'un "Acı"sı, derdini beygirine döken arabacının yakıcı yalnızlığını duyurmakla kalmaz; o yalnızlığı yaratan koşulları, bir şeylerin değişmesi gerektiğini de düşündürmeye başlar. Böyledir; düşünceleri, duyarlıkları biler, kişiyi kımıldatır gerçek öykü. 


MEHMET BAŞARAN
(Türk Dili Dergisi - Temmuz 1975)



***



   "Arpanın parasını bile çıkaramadım" diye düşünür. "Kederim hep bundan. İşini bilen, atını doyuran insan her zaman rahattır." Genç bir arabacı, bir köşeden kalkar. Uyku sersemliğiyle yıkıla yıkıla boğazını temizler. Su dolu kovaya uzanır, Iona:
   -Su mu içeceksin? der.
   -Evet, su.
   Eh, afiyet olsun. Benimse kardeş oğlum öldü. Haberin var mı? Bu hafta, hastanede... Olur şey değil. 
   Iona, bu sözlerin ne tesir bırakacağına bakar. Ama hiçbir tesir bırakmadığını görür. Genç arabacı kafasını yorganın altına sokup hemen uyur. İhtiyar, ah çeker, başını kaşır... Genç arabacı nasıl su içmek isterse, o da öyle konuşmak ister. Oğlu öleli neredeyse bir hafta olacak. O ise bu hikâyeyi daha kimseye gereği gibi anlatamadı. İyice, rahat rahat anlatması lazım. Oğlunun nasıl hastalandığını, nasıl acı çektiğini, ölmeden önce neler söylediğini, nasıl öldüğünü anlatmak lazım. Cenaze merasimini, rahmetlinin elbiselerini almak için hastaneye gidişini anlatmak lazım. Köyde, kızı Anisa kaldı. Onun sözünü etmek lazım. Daha anlatacak neler var, neler. Dinleyen ah çekmeli, oflamalı, puflamalı. Kadınlarla daha da iyi konuşulur. Budaladırlar ama iki sözle ağlamaya başlarlar, Iona: "Gidip beygire bakayım" diye düşünür. Uyumak için her zaman vakit bulunur. Giyinir, beygirin bağlı olduğu ahıra gider, arpayı, samanı, havayı düşünür. Yalnızken oğlunu düşünemez. Ancak başka biri olduğu zaman konuşabilir. Ama kendi kendine düşünüp onu gözlerinin önüne getirmek, kendine dayanılmaz bir acı verir. Iona, beygirinin parlak gözlerini görünce:
   -Yalanıyor musun? der. Yalan! Yalan! Arpanın parasını çıkaramazsak saman yiyeceğiz... Evet... Artık ihtiyarladım, arabayı sürecek takatim kalmadı. Arabacılık etmek benim değil, oğlumun harcıydı... O tam arabacıydı... Ne olurdu yaşasaydı... Kısa bir zaman susar, sonra devam eder: Öyle işte kardeşim kısrak... Kuzma Ioniç yok artık... Allah rahmet eylesin... Boşu boşuna gitti işte... Düşün bir kere. Senin bir tayın var, onun öz annesisin... Bir de bakıyorsun, birdenbire tay ölüveriyor... Acımaz mısın?
   Beygir, yalanır, dinler, sahibinin ellerine doğru solur...
   Iona dalar, ona her şeyi anlatır...
       

ANTON ÇEHOV
(Acı)



***



"Roman puanla kazanır ama öykünün tek şansı nakavt etmektir."


JULIO CORTAZAR








Merhaba! 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder