Kuşağım, acılı kuşağım
Acılarla sevinçleri böyle yoğun yaşamak
Kimselere nasip olmadı.
Bize düştü tarih ırmağının önünü açmak
Gülsün diye geleceğin çocukları.
Kuşağım, acılı kuşağım
Biz sınadık üstümüzde, yiğitliğin ve tedirginliğin
Bütün urbalarını.
Ağlıyorum şimdi bir tabutun önünde
Biraz sonra eve gidip şiir yazacağım
Yaşamın güzelliği üstüne.
Can çekişirkenki çığlıkları bir insanın
Karışıyor, yeni doğmuş bir bebeğin
İlk çıkardığı o sese.
Kuşağım, acılı kuşağım
Yolumuz aynı anda düşüyor
Mezarlıklara ve doğumevlerine.
-Masanın üstünde kuruyor ekmek
Duvara asılı saz öylece kaldı
Bir şiir çıktı ceketinin cebinden
Oysa hiç bilmezdik şiir yazdığını.
Bu resim mi? Memleketinde bıraktığı o kızın resmi
Ara sıra söz ederdi bana ondan
Azıcık şarap filan içince;
Sonra uzun uzun susardı.
Ölüsünü polisler sakladı.
Bu çiçeği onun için aldım, koymak için mezarına
Bulabilirsem gömüldüğü yeri.
Üç beş kitabı var burada, bir takım da elbisesi.
Sonra bir de bu sazı var.
Ve üstünde dişlerinin izi duran ekmek.
Bugünkü gazetelerde bir de resmi var
(Gülümsemiş o resimde, niye gülümsediyse
Başka bir resmi de yoktu verecek).
Ve resim altında bir yazı:
"Anısı biz var oldukça sürecek!"
Arkadaşları.
Kuşağım, acılı kuşağım...
Kuşağım, deyince bir çiçek
Yoluyor, yoluyor yapraklarını.
AHMET ERHAN
***
... Acıyı uzaktan görerek duymak, anlamak çok mümkün değil. Kalbimin derinliklerinde hissetsem de yıkıntıların ağırlığını, acıyı haykırmanın hakkım olmadığına inandım. Yazamam, anlatamam olanları şimdi, öyle uzaktan, dedim. 'Çığlık atsam?' diye düşündüm. 'İçimde isimler olsa çığlığımın. Bir işe yarasam.' Böyle geçti aklımdan. Sözcükler dağılmıştı, Bir araya gelmeyi bekliyordu zihnimde. 'İnsanlar gibi sözcükler' dedim. Birleşince anlatacaklar her şeyi.
Sonra bir sabah, çığlığımı bıraktım şimdinin karanlık boşluğuna, kuyularına: "Dünyanın bütün vinç operatörleri birleşin!" diye bağırdım.
Hiç tanımadığım Eylem'in babası haykırıyordu günlerdir Hatay'da. Kızını o enkazdan kurtaracak bir vinç için. "Umudum kahır" diyordu beklerken.
'Kuşağım, acılı kuşağım' demişti Ahmet Erhan bir şiirinde. Acılı olmayan bir kuşak yok ki benim doğduğum ülkede. Eylem benim kuşağım; babası annemin, babamın. "Ne kadar çok öldük yaşamak için." Bunun başka bir yolu yok mu?
Kulağımda "hesap soracağız" haykırışlarıyla büyüdüm ben, yaşıtlarım gibi.
Gür sesleriyle birleşen o kararlı duruşlarına öyle inandık ki bizi büyütenlerin, öfkeli yumrukları bizi sonsuza kadar koruyacak sandık. Bir de belki uzaklaştık büyürken parçası olduğumuz o ağırlıktan. Kaçtık.. Bir çocuğun kaldırabileceğinden çok daha büyük bir öfkenin, acının, gözyaşının içine doğan çocuklardık. Biz de soramadık o hesapları.
Yıllar sonra, sanki bir şeyler anlatmak ister gibi, ısrarla kendine çağırıyor beni Sevgi Soysal'ın romanı; Yenişehir'de Bir Öğle Vakti. İlk baskısı 1973'te yapılmış romanın kapağını açtım Hatay'da geçirdiğim güzel günlerimi düşünürken. "Sanki büyük bir gürültüyle devrilecekmişçesine sallandı kavak. O her an oluşan, değişen şeyleri görmeyenler sezmediler bunu.." Böyle başlıyordu Yenişehir'de Bir Öğle Vakti.
Sevgi Soysal'ın Yenişehir'inde, bir öyle vaktinde devrilen o kavak ağacı, kökleri çürüdüğü için yıkılan bir sistemin metaforuydu. Yıllar öncesinin Türkiye'sinden bugüne, katmerlenerek büyüyen çürümüşlük içinde bütün kavak ağaçları devrildi devriliyor..
(SEMİHA DURAK - BirGün Gazetesi)
Merhaba!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder