KAZANCAKİS,
GERÇEK YAŞAMDA TANIDIĞI ALEKSİ ZORBA'DAN HAYATI SEVMEYİ, ÖLÜMDEN KORKMAMAYI ÖĞRENİR!
"Hayatımda en iyi dostlarım, seyahatler ve hayaller olmuştur. Canlı ve ölü. Ama, ruhumda en derin izleri bırakan insanları saymak istesem, belki Homeros, Buddha, Niçe, Bergson ve Zorba'yı sayardım. Birincisi benim için, her şeyi kurtarıcı bir ışıkla aydınlatan güneşin yüzü gibi, sırf ışıktan ibaret sakin bir göz olmuştur. Buddha, dünyanın, içinde boğulup kurtulduğu dipsiz bir göldü. Bergson, beni gençliğimin ilk yıllarında, uğraştırıcı bazı çözülmemiş felsefe sorunlarından kurtarıp hafifletti. Niçe, yeni acılarla zenginleştirdi beni ve sıkıntıyı, acıyı, kararsızlığı gurura dönüştürmeyi; Zorba'ysa hayatı sevmeyi, ölümden korkmamayı öğretti."
(NİKOS KAZANCAKİS / El Greco'ya Mektuplar, Çeviren: AHMET ANGIN - Can Yayınları)
(...) Yağmur, işte o zaman başlamıştı. Romanın son bölümünü de o gelmeden, ivecenlikle okudum: "Bir gün Eğin'de, deniz kıyısındaki evimin taraçasında oturuyordum. Öğle üzeriydi. Çok güneş vardı. Karşımdaki güzel, çıplak Salamis yamaçlarına bakıyordum. Birden, hiç düşünmediğim halde, kâğıt aldım, taraçanın kızgın taşları üzerine uzandım ve Zorba'ya ait olan bu masalı yazmaya başladım."
Bu tümcelerden birkaç paragraf sonra, romanın sonunu oluşturan mektubu okuyup kitabı çantama koydum; bardağımdaki reçine şarabından büyükçe bir yudum aldım. Yüzümü dışarıya çevirdim. Camın ardındaki bir yüzle irkildim. İşte oydu. Yağmurla puslanmış camdan içeriye bakıyordu. Yaşlıydı, çok yaşlı. Ancak yaşına karşın dimdik bedeniyle dikiliyordu camın önünde. "Kuş gibi ufacık ve yusyuvarlak gözlüydü." Tuhaf bir rastlantıydı bu; heyecanlandım. Roman da böyle başlıyordu çünkü. Patron, Girit'e gitmek için fırtınanın ve yağmurun dinmesini beklediği Pire Limanı'ndaki bir sabahçı kahvesinin camından görmüştü onu.
Garson beni işaret etti. Geldi. Ne gülüyordu ne somurtuyordu. Öylece bakıyordu. Kalktım, iri kemikli elini sıktım. Kendimi tanıttım. Oturdu. "Patron da sizi ilk kez yağmurun içinde görmüştü. Yağmurla bir ilişkiniz olabilir mi?" dedim. Hafifçe gülümsedi. "Boyumdan ve başımın yassılığından ötürü bana 'fırıncı küreği' dendiği oldu. Bir ara kabak çekirdeği sattığım için 'çakaçuka' lakabı da taktılar ama..." Bir sigara yakıp dışarıya baktı; ardından, yağmurla ilgili bir lakabının hiç olmadığını söyledi. Yağmur hızlanmıştı. "Her şeyin bir ruhu var. Odunların da taşların da içtiğimiz şarabın da bastığımız toprağın da..." dedi. "O halde yağmurun da ruhu var" diye karşılık verdim. "Yağmur yağarken insanın kalbi acı çeker" dedi ve devam etti: "Taşların, çiçeklerin, yağmurun söylediklerini bir bilebilseydik! Belki bağırıyorlardır, bağırıyorlardır biz de işitmiyoruzdur. Nah işte, tıpkı bağırdığımız halde, onların da bizi duymadığı gibi. Dünyanın kulakları ne zaman açılacak?"
Aleksi Zorba! Bir mayıs akşam üzerinde, Selanik'te, kasaba meyhanelerini çağrıştıran bir içki evinde bana soru soruyor; benim sorularımı bekliyor. İnanılmaz! Ona yanıt vermek yerine heyecanla, ivecenlikle karıştırdım notlarımı; sorularımı belleğimde sıraya koydum ama önce kendimi tanıtmalıydım. "Ben Türküm" dedim. "Babaannemin çocukluğu burada geçmiş; çok anlatırdı; ben de merak eder dururdum. Sonra Troya'nın doğusundaki kasabamın okul kütüphanesinde sizi buldum ve o günden beri sizinle söyleşebilme hayali kuruyordum."
"Çocukluğumda komşumuz Hüseyin Ağa vardı. İhtiyar bir Türktü; çok ihtiyar, çok yoksuldu, karısı da yoktu çocukları da. Ermiş bir adamdı bu Hüseyin Ağa. Bir gün beni dizlerine aldı, hayırduası edermiş gibi elini başıma koydu. 'Aleksi' dedi, 'bak sana bir söz söyleyeceğim; küçük olduğun için anlamayacaksın; büyüyünce anlarsın. Tanrı'yı yedi kat gökler ve yedi kat yer almaz ama insanın kalbi alır. Onun için aklını başına topla Aleksi, hayırduam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama' dedi."
"Siz Tanrı'ya inanmazsınız ama değil mi?"
"Hiçbir şeye inanmam ben. Eğer insana inansaydım Tanrı'ya da Şeytan'a da inanırdım. Zorba'dan başka hiçbir şeye inanmam. Çünkü yalnız ona sözüm geçer. Yalnız onu bilirim."
Sağlam bir mantıktı doğrusu. Bu konuda birkaç şey daha sormaya hazırlanıyordum ki "Türk" sözcüğünü birkaç kez yineledi:
"Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk'tür, bu Bulgar'dır ve bu Yunan'dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim. Neden? Çünkü bunlar Bulgar'mış ya da bilmem neymiş. Şimdi sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamaya başladım. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte. Boş versem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek. Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be. Hepimiz kurtların yiyeceği etiz."
(İBRAHİM DİZMAN - Novelheroes.com)
Merhaba!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder