28 Kasım 2014 Cuma

KUTUSUZ AYAKKABILAR




1940 yılında, Naziler'in ilk kurduğu toplama kampı olan, Unesco'nun 1979 yılında Dünya Kültür Mirası listesine aldığı Auschwitz Kampı'ndaki yaklaşık 45.000 ayakkabı.





Bağdat'ta gerçekleşen bir basın toplantısında, ABD Başkanı George W. Bush'a ayakkabılarını fırlatan 29 yaşındaki gazeteci Muntazar El Zeydi dünya gündemine oturdu.
(14 Aralık 2008)



 


"Toprağa verilen madencinin cenaze töreninde madencinin babasının yırtık lastik ayakkabıları objektiflere böyle yansıdı."
(20 Kasım 2014 tarihli gazeteler)



Merhaba!


  






23 Kasım 2014 Pazar

ANADOLU TÜRKÜLERİ




ÜMİT KAFTANCIOĞLU

   "Şunca yaşamın  içinde ölüm için, ölen için gözyaşı döktüğümü anımsamıyorum. Bir evin en önemli kişisi, en yakınım ölünce de duygum değişmemiştir. Yaşamın içinde olup ta ölü için gözyaşı dökenlere çok üzüldüğümü söyleyebilirim. Susmuş bir ev, canlılığını ve yaşam kavgasını duraksatmış bir ortam için elbette üzülürüm. Ve üzüntümün ağır yanı burasıdır.
   Ölümümde eşim, çocuklarım en yakınlarım bile tek bir damla gözyaşı dökmesin istiyorum. Benim için caddeleri dolaşsınlar, bir gazete alsınlar, bir kitap karıştırsınlar, kalabalık bir sinemaya gitsinler, bir konferans, bir konser dinlesinler. Ölüm hiç önemli değil, yaşam var dağ gibi, yaşam var gökyüzü, deniz...

   O insana şaşarım, binbir meyve yüklü o ağacın altında yere düşmüş sararmış bir yaprağa üzülsün."


   Yukarıdaki satırlar Ümit Kaftancıoğlu'nun katledildiğinin hemen ertesi günü 12 Nisan 1980'de radyodan yayınlanan, daha önceden kaydedilmiş kendi sesinden, ölümle ilgili düşünceleridir.





   Asıl adı Garip Tatar olan Ümit Kaftancıoğlu, 1935 yılında Ardahan'ın Hanak ilçesinin Saskara (Koyunpınarı) köyünde doğar. Halk aşıklarının dizinin dibinde destan, masal, efsane, türkü dinleyerek büyür. İlkokuldan sonra zorluklarla kaydolduğu Cılavuz Köy Enstitüsü'nü başarıyla bitirir. Mardin'in Derik ilçesine öğretmen olarak atanır. Mardin'de kaldığı üç yılda ağalık düzenini ve halkın sefaletini yakından görür.1961 yılında Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsü'nün Edebiyat Bölümü'nü bitirir. Bir süre Türkçe öğretmenliği yapan Kaftancıoğlu türlü soruşturmalardan sonra öğretmenlikten uzaklaştırılır.1974 yılında TRT'nin açtığı sınavı kazanarak İstanbul Radyosu'nda "Av Bizim Avlak Bizim" ve "Dilden Dile"  gibi programlarla halk kültürünü ve halkın sıkıntılarını mikrofona taşır.


   "Gerçek edebiyatın halkın ağzında, dilinde olduğunu bilmeliyiz. Halkın sözlü edebiyatını yazıya geçirecek, değerlendirecek olanlar da halk çocuklarıdır" diyen Kaftancıoğlu, Anadolu'yu gezerek derlemelerle halkın sözlü edebiyatını ve halk türkülerini yazıya döker. Derlemeleri arasında "Evreşe Yolları Dar" ve "Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar" türküleri de yer almaktadır.









   Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım.

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU


   Eyüboğlu kardeşler eserlerinde, özellikle türkülerin kültür taşıyıcılığı üzerinde durmuşlardır. Sabahattin Eyüboğlu denemelerinde yeni Türk şairinin folklordan faydalanması gerektiğini vurgular. Bedri Rahmi'de düzyazılarında ağabeyinin görüşlerine katılır ve şiirlerinde bunu uygular. Anadolu'nun taşının, toprağının, rüzgarının, dilinin ve insanının tadını taşıyan müzikle şiirin ancak türkülerde birbirini beslediğini vurgularlar. Sabahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu, sanatın her alanında kalıcılığı ve sürekliliği sağlamak için, özellikle resim ve müzikte halk kültüründen faydanılması gerektiğini savunur.


   Yukarıdaki ve aşağıdaki satırlar Bedri Rahmi'nin öğrencisi, güzel insan, değerli sanatçı  ressam Muzaffer Akyol'un Aydınlık Gazetesi'nde yayınlanan, Adviye Bal'a verdiği röportajdan bir bölümdür. Her cümlesi ile beni sarstı. Bugüne kadar derinden  hissettiğim ama böylesine dillendiremediğim düşüncelerim işte karşımdaydı. "Halkın sanatçısı" halkın dili olmuştu. Beni çok etkileyen bu güzel yazıyı paylaşmak istedim ki duyanlar çoğalsın:





MUZAFFER AKYOL



   Bedri Rahmi "Şairim şiir yazarım, şiirin hasını ayak seslerinden tanırım. Ne zaman bir Anadolu türküsü duysam şairliğimden utanırım" diyebilecek kadar tevazu ve hoşgörü içindedir. Anadolu'nun bu zenginliği Bedri Rahmi'yi anasından yeniden doğurmuştur. Onu bir bebek yapmıştır. Bedri Rahmi şu an hemen arkamda. Bundan büyük keyif alıp "aferin be reis! Beni anlamışsın" dediğini duyar gibiyim. Anadolu aydınlanma düşüncesinin mimarlarından biridir Bedri Rahmi. Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi ve Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir. Bu dörtlü, Anadolu topraklarının aydınlanması, zenginleşmesi, ufkunun açılması adına çok şey yapmıştır. Hem sanatsal, hem felsefi, hem düşünsel alanda. Bunlar bizim olmazsa olmazlarımızdır. Anadolu öyle mümbit, öyle zengin, öyle tanımsız renklerle dolu ki bunun sırrına vardığın an dünyanın en güzel rengini, en güzel biçimini, en güzel şiirini, en güzel masalını, en güzel hikayesini ve en güzel bestesini yaparsın yeter ki ıskalama. Iskaladığın her şey seninle gelecek olanı köreltir ve ileride seni yokluğa çeker. Iskaladığın her şey bu ülkenin adına fukaralığa giden yolun kapılarını açar. Bu fukaralığın kapısının dehlizi karanlıktır. Orada rengi hiç göremezsin. Hayatı orada zehir zemberek yaşarsın. Sanatın bu evrensel, bu şiirsel, bu üstün gücü Anadolu topraklarına şırınga edilmiştir. Burada bizi besleyecek her türlü zenginliği bulmak ve onunla bütünleşmek mümkündür. Şanslıyım Anadoluluyum. Şanslıyım çok değerli hocalarım oldu. Aslında buna şans da demiyorum ben. Bedelini ödemediğin güzelliği yaşayamazsın, kolayca elinden alırlar. Seni başı kabak, yalın ayak, yalnız, yapayalnız bırakırlar. Bedelini ödediğin her şey canın kadar, çocuğun kadar, namusun kadar, bayrağın kadar sana aittir. Onu savunur, onu korur, onunla yücelirsin. Hasan Hüseyin, "Yasaktaki güzelliği bilirim" diyor. Biz yasaktaki güzelliği bulmak için yollara düştük. Bir derviş edasıyla yollardayız. Bu yasaklara aşık birer halk ozanıyız. Biz halkız. Ben, beni var eden değerlerin savunucusu ve savaşçısıyım. Benim hikayem böyle başlar. Bu hikayenin ileriye dönük görüntülerini bizden sonrakiler yaşayıp görecek. İyi şeyler yapalım çocuklar. Güzel şeyler yapalım. Saçlarımızı güzel tarayalım. Güzel elbiseler giyelim. Güzel çiçekler koklayalım çocuklar. Aynaya bakalım. Önce kendimizi sevelim, sevilip çoğalalım, varolup büyüyelim.    




   


Merhaba!

17 Kasım 2014 Pazartesi

DENİZ OLUNMALI



                             Denizin üstünde ala bulut
                             yüzünde gümüş gemi
                             içinde sarı balık
                             dibinde mavi yosun
                              kıyıda bir çıplak adam
                             durmuş düşünür.


                             Bulut mu olsam,
                             gemi mi yoksa?
                             Balık mı olsam,
                             yosun mu yoksa?
                             ne o, ne o, ne o.
                             Deniz olunmalı, oğlum,
                             bulutuyla, gemisiyle,
                             balığıyla, yosunuyla.     





    Nazım Hikmet, şiirini hayatıyla doğrulamış bir şairdir. Ama daha önemlisi, hayatını şiiriyle eksiksiz bir planda doğrulamayı da bilmiştir. Siyasal tutumdaki bir çok şairin aksine, devrim düşüncesiyle şiirsel yük müthiş bir bütünleşme içindedir onda. Ve bu bizim şiirimizde Nazım Hikmet'e kadar rastlanmayan, dünya şiirinde de seyrek rastlanan bir özelliktir. Şiirsel onur yiğitlik tavrıyla bir arada gider Nazım Hikmet'te. Şiirin en büyük deneylerinden biri.

                                                                                                                              CEMAL SÜREYA (Papirüs Dergisi)







 
    Üniversitede ve mapushanede bazı arkadaşlarım, 'Nazım'dan sonra şiir yazmak boşuna bir gayret, hatta saygısızlık' diyordu. Onlarla hiç tartışmadım, hep sustum. Çünkü dedikleri bir bakıma doğruydu. Ne var ki 'Nazım gibi şiir yazmak' ile 'Nazım'dan sonra şiir yazmak' arasında vatanımın dipsiz uçurumları gibi bir uçurum vardı.

                                                                                                                                           AHMED ARİF
      


yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu'da bir köy
mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...




NAZIM HİKMET(d.15 Ocak 1902, Selanik-ö.3 Haziran 1963, Moskova)


"En büyüğümüz Nazım'dır"

(PABLO NERUDA)



MARE  NOSTRUM

En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun

CAN YÜCEL



DENİZ OLUNMALI !



Merhaba!

10 Kasım 2014 Pazartesi

AYDIN SORUMLULUĞU



   "Aydınlar siyaset karşısında sustukları ve siyaseti yeteneksiz cahillere bıraktıkları takdirde en kötülerin yönetimine rıza göstermek zorundadır."

PLATON



   Prof. Dr. Ali Akdemir "Savaşların kanunu: Fakire gözyaşı, zengine rant" başlıklı makalesinde şöyle yazmış:

   Dünya, bugüne kadar olduğundan çok daha kaotik bir görünüm sergiliyor. Bunun farkında olan ve ekonomide en çok katma değerin pahalı silahlar aracılığıyla temininin mümkün olacağını bilen vahşi kapitalist ruhlu emperyalistler; iç savaşları, bölgesel kavgaları, dar fanatikçi savaşları sürekli tahrik etmektedirler. Fanatizmin beslediği boş kin ve nefret duygularıyla birbirini boğazlayan yoksul ulusların mensupları, silah tüccarlarının ve onların kontrolündeki siyasilerin oyuncağı haline gelmektedirler. Yoksulluğun finansmanına gidecek paralar, rantçının silahlarına gitmektedir. Şu sıralarda Suriye'de, Irak'ta, Ortadoğu'da, Uzakdoğu'da ve Ukrayna'da yaşananlar, top tüfek, uçak, ağır silahların satın alınmasına neden olan, olacak olan dinamiklerdir...
   Özetle, savaş bütçesi artışları, silah sanayiine yatırımın rant cazibesi dünyayı daha da karanlık sürece sürüklüyor, harcamaların ve rantın finansmanı da her zamanki gibi yoksula düşüyor.
   Bu da savaşların değişmez kuralını, altın kural haline getiriyor: Zengine rant, yoksula kahramanlık üzerinden gözyaşı ve ölüm.



  " Bizim de Dağlarımız Vardır Che Guevara" adlı kitabında şöyle diyor Metin Demirtaş:

   Irak'tan bir fotoğraf: Kadın kurşunlanmış yerde yatıyor, açıktaki memesinden kan sızıyor, bebek anasının kanlı memesinden süt emmeye çalışıyor...
   Bir başka fotoğraf: Afrikalı, kemikleri görünen bir kadın. Bir memesinde bebeği, diğerinde bir maymun yavrusu. İkisini de emziriyor.
   Iraklı bebeği ve Afrikalı maymun yavrusunu anasız bırakan emperyalizmdir."



Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara
Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsa
Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır
Yani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsa
Alaçamın, mor meşenin ardına silah çekip yatmaya
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara

Bizim de halkımız vardır Che Guevara
Unutulmuş uzak tarlalar yalazında
Sazıyla, kardeşliğe vurgun
Bütün ulusların halkları gibi
Ve yalnız büyük fırtınalarla kımıldayan
Bizim de halkımız vardır Che Guevara

Bizim de ozanlarımız vardır Che Guevara
Sağ çıkmış güneşiz taş odalardan
Yüreğiyle barışa, sevgiye yönelmiş
Çelik öfke bir yanı, bir yanı uysal mavi
Eğilmeden dimdik geçmiş demir kapıdan
Bizim de yiğit insanlarımız vardır Che Guevara

Bizim de delikanlılarımız vardır Che Guevara
Yokluklardan biyol kopup gelmiş
Üç zeytin, az ekmek üniversitelerde
Su gibi kızlar çarpar önce, alkol vurur
Öfkeli dolanır caddelerde
Ve baş kaldırır akılları suya eren de
Çünkü Vietnam, hepimizin Vietnam'ı
Kongo hepimizin Kongo'su
Bir kere özsu yürümüştür dallara
Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar
Varmak için o güzel yarınlara
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara



METİN DEMİRTAŞ
(d.1938 Elmalı, Antalya-ö.27 Eylül 2014 Antalya)


   Tevfik Çavdar'ın sözüdür:

   "Kavga çok derinlerde. Tarihin derinliklerinde...Mısır'dan kölelerle başlıyor, firavunla başlıyor. Roma'ya bak, mücadele asırlarca sürüyor. Biz her şeyin bir anda olmasını bekledik, bizim kuşak. Ama sonra dank etti....Ama bir şey öğrendim. Mücadele sabır işidir. Sabırlı olmayan daima yanılır mücadelede. Mücadele etmek için şartların eşit olması lazım. Yine de şartların eşit olmamasına rağmen mücadeleden yanayım."





   "-Bana ne!- rafa kaldırılmalı,- her şey beni ilgilendirir- tavrına, dört elle sarılmalı, Çünkü yaşama hakkı tanıdığımız bir kusur, kendisine benzeyenleri üretecektir ve ilişkilerdeki karmaşa hiç bitmeyecektir."

MUZAFFER BUYRUKÇU
(Sayılı Günler)


MUZAFFER BUYRUKÇU
(d. 1 Şubat 1928 Fertek, Niğde-ö.26 Ağustos 2006 İstanbul)



"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın aldırmazlığında herkesi sokacak sayıda yılan üreyeceğini unutmayın."

SADUN TANJU
(Kutsal İnekler)





Merhaba!

4 Kasım 2014 Salı

BAŞIN ÖNE EĞİLMESİN




LEYLİM LEY

Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli dağıt beni, kır beni
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yarin çıplak ayağına sür beni

Ayın şavkı vurur sazım üstüne
Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne
Ay bir yandan sen bir yandan sar beni

Yedi yıldır uğramadım yurduma
Dert ortağı aramadım derdime
Geleceksen bir gün düşüp ardıma
Kula değil, yüreğine sor beni


   (Sabahattin Ali'nin Ses öyküsünün kahramanı yol amelesi Sivaslı Ali, saz çalıp bu türküyü söyler. Zülfü Livaneli, öyküyü okurken bu türkünün sözlerinden çok etkilendiğini ve bestelediğini söylemiştir. )




SABAHATTİN ALİ
(d.25 Şubat 1907 Eğridere, Bulgaristan-ö.2 Nisan 1948 Kırklareli)



   Sabahattin Ali, 1928-1930 yılları arasında eğitim için bulunduğu Almanya'da bir tren yolculuğu sırasında  Upton Sinclair'in romanı Petrol'ü okuyup bitirdikten sonra "bu romanda olanların onda biri doğruysa namuslu bir insan mutlaka solcu olmalıdır" der.





UPTON SINCLAIR

(1927 yılında Boston'da Petrol adlı kitabını satarken)


    Pulitzer ödüllü ABD'li yazar. 1904 yılında yazmak için üzerinde çalıştığı kitabı için asıl kimliğini saklayarak Şikago'daki mezbaha ve et üretim kombina tesislerinde çalışır. 1906 yılında yazdığı ve dilimize "Şikago Mezbahaları" adıyla çevrilen "The Jungle" adlı eseri büyük yankı yapmış ve kamuoyunun dikkatini mezbahalardaki sağlıksız çalışma koşullarına çekmiştir. Eserin yayınlanmasından hemen sonra ABD'deki et sektöründe iyileştirme çalışmaları başlamış ve konuyla ilgili yasal düzenleme yapılmıştır. Bu eserden kazandığı parayla hayalindeki ütopya olan bir sosyalist koloni kurmaya girişir. Sonrasında Kongre seçimlerinde milletvekili adayı olsa da seçilemez.Siyasete bir süre ara verir. 1934 yılında Kaliforniya Valiliği için seçime katılır. Seçimlerde Sinclair, "Kaliforniya'da Yoksulluğa Son" adı verilen kampanyayla büyük destek kazanır. Bu döneme dair yaptığı değerlendirmede ilginç görüşler ileri sürmüştür: 

   "Amerika halkı sosyalizmi seçecektir ama bu isimle değil. Bunu yoksulluğa son kampanyasında kanıtladım. Sosyalist aday olduğumda 60 bin oy alırken, 'Kaliforniya'da Yoksulluğa Son' diyerek 879 bin oy aldım. Sanırım düşmanlarımızın hakkımızda öne sürdükleri büyük yalanlar başarılı oldu. Bu yalana cepheden saldırmaktansa etrafından dolaşmak tercih edilmelidir." 




"Param, sevgilim, son model arabam, deniz kenarında bir malikanem asla olmadı.
Ölmeye az kala adımdan başka bırakacak mirasım yok."

UPTON SINCLAİR
(d.20 Eylül 1878-ö.25 Kasım 1968)





Merhaba!